Bir kedinin sırrıyla, bir kızın iç yolculuğuyla, hafif melankoliyle örülü ama yumuşacık bir hikâye.
Una, geniş beyaz tüylerinin arasında sakladığı minik kalbiyle, insanların anlamadığı bir dili konuşurdu.
Sadece yavaşlıkla, sadece şefkatle, sadece sessizlikle duyulabilen bir dil.
Evin içinde bazen günlerce görünmezdi.
Ama bir köşede, küçük pencerenin altında, güneşin sarı çizgisiyle kendine bir düş kurar, orada uyurdu.
Ve bazen uykusunda mırıldanırdı — tıpkı rüzgarın bir yaprağı öperken çıkardığı ses gibi.
Kimse tam olarak ne dediğini bilmezdi.
Sahibi Lily, onun bir sır sakladığını düşünürdü.
Çünkü Una, sadece geceleri gözlerinin içine uzun uzun bakar, bir şey söylemeden uzaklaşırdı.
Sanki ona ait bir zaman çizelgesi yoktu.
Sanki tüm kediler gibi değil, tüm düşler gibi yaşardı.
Bir gün Lily, onun peşine düşmeye karar verdi.
Ama hızla değil. Sessizce, onunla aynı hızda yürüyerek.
Çünkü Una’yı yakalamak için koşmak gerekmezdi.
Anlamak gerekirdi.
2. Bölüm – Gölgedeki Kapı
Lily, o sabah her zamankinden erken uyandı.
Una yatağında değildi.
Ama bu sefer farklıydı:
Evde hiçbir yerde yoktu.
Ayakları çıplak, pijamaları hâlâ sıcakken verandaya çıktı.
Hava serin ve sessizdi.
Güneş henüz çiçeklerin ucuna dokunmamıştı.
Bahçeye giden taş yolda, hafifçe silinmiş minik patiler vardı.
Ama sadece ileriye doğruydu, hiçbiri geri dönmemişti.
Lily, hiçbir şey demeden o izleri takip etti.
Bahçenin en sonunda, mor ortancaların arkasında bir yer vardı.
Eski bir sundurma.
Hiçbir zaman önemsenmeyen, hatta bazen unutulan bir köşe.
Ama bugün…
Sanki orada bir kapı vardı.
Oysa orada hiç kapı olmamıştı.
Kapı görünmüyordu ama Lily hissetti.
Ayakta durduğu taş biraz yumuşak gibiydi.
Üzerine bastı. Hafif bir ses…
Crrrr…
Zemin azıcık oynadı.
Ve tam karşısındaki duvarda, ortancaların arasında bir çatlak belirdi.
Çok küçük.
Ama oradan beyaz bir tüy uçtu.
Una’nın tüyüydü.
Lily, hiç tereddüt etmeden eğildi ve çatlağa parmağını sürdü.
Birden göğsünde tanıdık bir şey titreşti.
Sanki bir şey onu çağırıyordu.
Ama dışarıdan değil.
İçeriden.
Kalbinin içinden.
Sonra kapı açıldı.
Bir rüya gibi.
Una içerideydi.
Ama çok başka bir yerde…
Ve Lily artık sadece bir bahçede değil, kendi iç dünyasının sınırında duruyordu.
________________________________________________________________________________________________________________
3. Bölüm – Kokunun Hafızası
Kapının ardındaki dünya sessizdi.
Ama sessizlik boş değil, doluydu.
Sanki her şey yumuşakça bekliyordu: bir yaprak, bir rüzgar, bir zaman kırıntısı.
Una, Lily’ye doğru döndü ama yaklaşmadı.
Sadece baktı.
Ve Lily, o bakışta konuşulmamış bir şeyi hissetti.
Sanki Una ona bir şeyi hatırlatmaya çalışıyordu.
Ama kelimelerle değil.
Başka bir şeyle…
Tam o anda…
O koku geldi.
Çok hafifti.
İlkbaharda yeni uyanmış toprağın kokusuna benziyordu biraz.
Ama içinde başka şeyler de vardı:
Çay gibi…
Annesinin kucağı gibi…
Bir mendile sinmiş eski bir parfüm gibi…
Lily durdu.
Gözleri doldu ama ağlamadı.
Sadece fısıltıyla dedi ki:
“Bu koku… evet ben bu kokuyu tanıyorum!”
Una yaklaşmadan Lily’nin ayaklarının etrafında bir tur attı.
Ve sonra yere yattı.
Başını Lily’nin ayağına koydu.
Ve Lily orada, görünmeyen bu bahçede, kokunun kalbinde, ilk defa hiçbir şey yapmadan var olabildi.
Zaman durmuş gibiydi.
Belki de ilk defa geçmişin ağırlığı değil,
geçmişin şefkati vardı havada.
________________________________________________________________________________________________________________
4. Bölüm – Unutulmuş Anı, Yarım Kalan Cümle
Koku ağırlaşmadı, ama derinleşti.
Lily’nin burnuna gelen o ilkbahar toprağı, şimdi biraz daha eski bir şeye dönüştü.
Biraz eski kâğıt…
Biraz plastik oyuncak…
Biraz da küflenmiş bir masal kitabı gibi.
Una yerinden kalktı.
Yavaş adımlarla ilerledi.
Ama bu bir yürüyüş değil, bir çağrı gibiydi.
“Gel…” demiyordu, ama Lily içinden öyle duyuyordu.
Ve adımları onu bir ağacın altına götürdü.
Ama bu bir ağaç değildi.
Daha önce hiç görmediği, yaprakları saydam bir ağaçtı.
Ve her yaprağın içinde bir resim vardı.
Bazıları donuktu, bazıları parlıyordu.
Bazıları bulanık, bazıları çok tanıdık.
Lily bir yaprağın önünde durdu.
İçinde kendi küçüklüğünü gördü.
Kırdığı kolundaki dikiş izli yara, elinde pembe lahana saçlı oyuncak bebek.
Ama gözleri yere bakıyordu.
Sonra başka bir yaprağa…
Annesi vardı.
Ama annesi ona bakmıyordu.
Sanki bir şey olmuştu…
Bir söz söylenmemişti.
Bir cümle eksikti.
Ve Lily hatırladı.
O gün annesine kızmıştı.
Ve “Seni sevmiyorum!” demişti.
Sonra annesi hastalanmıştı.
Ve Lily o cümleyi bir daha geri alamamıştı.
Gözyaşı düşmedi.
Ama bir titreşim geçti içinden.
Bir buzun erimesi gibi.
Bir kapının aralanması gibi.
Una geldi, Lily’nin önünde durdu ve gözlerini ona dikti.
Lily eğildi, elleriyle Una’nın yüzünü tuttu.
Ve ilk defa gerçek bir kelime söylemeden sadece bir şey fısıldadı:
“Biliyorum. Ve sen beni buraya bu yüzden getirdin.”
Una gözlerini kırptı.
Bir tüy düştü.
Ve rüzgâr, yapraklardaki görüntüleri dağıttı.
Ama Lily’nin içi, ilk defa boş değil, hafifti.
________________________________________________________________________________________________________________
5. Bölüm – Gölün Üzerindeki Ses
Lily bir süre Una’nın yanında oturdu.
Hiç konuşmadı.
Sadece kalbinin sessizce yeniden atmasına izin verdi.
Sonra fark etti.
Toprak değişmişti.
Artık taş değil, yumuşaktı.
Ve ayaklarının altında bir su sesi vardı.
Çok uzaklardan, ama aynı zamanda çok içeriden gelen bir damla sesi.
Una ayağa kalktı.
Sanki “vakit geldi” der gibi Lily’ye baktı.
Lily yürümeye başladı.
Una da onunla.
Az sonra karşılarına bir göl çıktı.
Ama bu sıradan bir göl değildi.
Su, gökyüzü gibi görünüyordu.
Yüzeyi bulutsuz bir maviyle kaplıydı.
Ama içinde…
İçinde anıların yankısı vardı.
Lily eğildi.
Suya bakınca kendi yansımasını değil, ilk defa annesinin gözlerini gördü.
Gülümsemiyordu.
Ama gözlerinde bir bekleyiş vardı.
Bir tür sessiz affediş.
Bir “duyuyorum seni” hali.
Ve gölün yüzeyinde bir titreşim başladı.
Bir ses…
Ama kelime değildi.
Bir tür nota.
Bir ezgi.
O ezgiyi hatırlıyordu.
Annesi küçükken onun saçlarını tararken hep o sesi mırıldanırdı.
Bir şarkı değildi.
Bir güven duygusuydu.
Bir “buradayım” demekti.
Lily suya biraz daha yaklaştı.
Gözlerini kapadı.
Ve ilk defa fısıldamadan, bastırmadan, kendine doğru söyledi:
“Ben de buradayım. Gittin ama seninle kalmaya devam ettim.”
Una Lily’ye dokundu.
Yanağına bir kez başını sürttü.
O an her şey birden hafifledi.
Sanki göl de, gökyüzü de, toprak da Lily’nin içiyle birlikte yeniden kuruldu.
Ve Una yürümeye başladı.
Bu sefer geri doğru. Artık Lily ile kalmasına gerek yoktu. O yüzden gidiyordu.
Gerçek dünyaya.
Lily’nin içi acıdı.
Onu çok ama çok özleyeceğini biliyordu.
Gözleri doldu.
Ama Lily bu kez hazırdı.
Çünkü artık sadece geçmişin yüküyle değil, şefkatiyle yürüyordu.